16 Ağustos 2017 Çarşamba

GÖSTERİŞ GÜNÂHTIR 7

Kışı, zorlu bir şekilde atlatmayı başardı. Yaşadığı zorluklar polis ya da jandarmadan ziyâde doğadan kaynaklanan zorluklardı. Sonra bahârı ve yazı, Samanlı Dağlar boyunca, kimseye görünmeden geçirmeyi başardı.

            Gizlenmeyi başardığı sürenin uzamasıyla berâber tartışmaların boyutu da değişiyordu. Kimine göre onu devlet içinde koruyanlar vardı. Kimi polisin yeterince umursamadığını söylerken, kimi de çoktan yurtdışına kaçtığını söylüyordu. Kurban bayramı ve çocuklara dâir sözlerinden dolayı televizyonlar tarafından ambargo uygulanan psikolog ise sosyal medyada konuya dâir analiz yapmaya devâm ediyor ve her geçen gün tâkib eden, fikirlerini soranların sayısı artıyordu.

            Bir gün biri şöyle bir soru sormuştu: “Bu kâtil, komando değil, bir şey değil, askerliği bile çok basit geçmiş. Nasıl aylardır, ormanda tek başına gizlenebiliyor ki? Tabiî eğer, gerçekten ormandaysa… Korunmuyorsa…”

            Bu soruya yanıtı da etkileyici olmuştu. “Komando değil ama obsesif kompulsif kişilik bozukluğu hastası. Dolayısıyla takıntıları uğruna yıllarca, kimsenin yapamayacağı şeyleri, insanüstü görünen birçok şeyi yapabilir.”

            Psikoloğun en çok merâk ettiği ise böylesine takıntılı birinin nasıl oluyor da, temiz olmayan bir yerde, bu kadar uzun süre kalabiliyor oluşuydu… Elbette her takıntılı, temizlik ve mikroba karşı takıntılı olacak diye bir kural yok ama yine de bu rahatsızlığın önemli belirtilerinden biri. Ancak belli ki, gösterişe dâir taşıdığı inanç, onu bütün takıntıların üzerine çıkarıyor.

            Bu şekilde son bahara ulaşıldı ve ilk cinâyetin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Artık saçı ve sakalı oldukça uzamış, âdetâ birbirine karışmıştı. Bu şekilde onu tanımalarına imkân yoktu. Dış dünyâyı merâk etmeye ve eski yakın çevresinde neler olduğunu merâk etmeye başlamıştı. Bunun içinde Çınarcık’a gidip, önce bir berberde saçlarına ve sakallarına şekil verdirmeye, sonra da hamamda iyice temizlenmeye karar verdi. Ondan sonra bir internet kafeye gider, doya doya neler yaşanmış, ardından neler söylenmiş bakabilirdi.

            Berberden girdiğinde saçı sakalı birbirine karışmış biri olarak dikkât çekmişti. Saçlarını üç numara yapmasını, sakallarının yanlarını kısaltıp, çenesini ise sivriltmesini istemişti. Traş bittiğinde kapıdan hırpânî kılıkla giren adam, karizmatik biri olarak çıkmıştı. Sonra hamama yönelmiş, hamamın sattığı sabun ve şampuanı da aldıktan sonra bir güzel temizlenmişti.

            Artık insanların içinde rahat rahat gezmeye hazırdı. Aynaya baktığında bir yıl evvelki hâliyle en küçük benzerliği yoktu. Sakalsız, biraz uzun saçları olan, hafif göbekli adam gitmiş, sivri sakallı, asker traşlı, kaslı bir görünümü olan biri gelmişti. Bu şekilde internet kafeye girdi ve açılan bilgisayarlardan birine oturdu.

            Arama motoruna adını soyadını yazdığında sayısız sayfa çıktığını gördü ve hepsini tek tek okumaya, incelemeye başladı. Üç dört sa’ât bu şekilde oyalandı. En sonunda ise avukat arkadaşı Fâtih ile eski karısı Ayşe’nin yakında evleneceğine dâir gazete haberini gördü. Gazete haberi, fotoğraf ve çiftin sözleriyle, eski arkadaşlarının sözlerini görünce, yine aynı sözcük diline yerleşti… “Gösteriş”… Ardından 4/142… Kafedelerin dikkâtini üzerine çektiğini önemsemeden, yüksek sesle söz konusu âyeti okumuştu. “Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler.”

            Cümlesi biter bitmez yerinden fırlamış ve kafenin sâhibine, onu mutlu edecek bir banknot bırakmıştı. Elbette Kerim, ne içinde bulunduğu durumun, ne de  verdiği paranın farkındaydı. O sırada iskeleden Bostancı’ya kalkan ilk feribotun sa’âtini öğrendi… “Geliyorum” diyordu.

* * *

            Bostancı’da feribottan inene kadar nerede kalacağını ve gördüğü nikâh târihine kadar nasıl zaman geçireceğini düşünmüştü. “Ah, ulan” diyordu, “evden de olduk”. Şimdiye kadar zerre pişmanlık ya da herhangi benzeri bir duygu taşımayan Kerim, bir ân kazandıklarını kaybettiğini düşünmeye başlamıştı.

            Bu düşünceyi savmak için kafasında oluşturduğu “Ben kazandım. Hepsinden daha zekiyim” cümlesi tamamlanır, tamamlanmaz, kafasına doğru olanca şiddetiyle bir yumruk atmış ve “Hâyır, gösteriş günâhtır” demiş, bütün feribotun dikkâtini çekmişti.

            Karârını vermişti. Birkaç gün sonraki nikâha kadar kendisinden kimlik falan istemeyecek bir otel, pansiyon aramaya karar vermişti. Bostancı’da feribottan indikten sonra Kadıköy’e gelmiş ve Mîsâk-ı Millî Sokağı ile çevresindeki sokakları gezmişti. Pavyona benzeyen bar ve meyhâneleri görmüştü. Buralarda kendince hem güzel zaman geçirebileceğini, hem de kendisine uygun mekân ayarlayabileceklerini düşünmüştü.

            Yaklaşık bir yıl sonra güzel bir sofrayı özlemişti. Bir büyük rakı, mezeler, peynir, salata ve sıcak yemek… Belli ki, bir kişi için değil, birkaç kişi içindi. Bu arada garsonla kurduğu göz temâsı sonrası masaya birkaç kadın da gelmişti. Hep berâber yemişler, içmişler, sohbet edip, vakit geçirmişlerdi. Şimdi ise Kerim, asıl mes’eleye gelecekti. Kütahya’dan geldiğini, evli olduğunu, kayınbirâderinin ise Kütahya emniyetinde âmir olduğunu, kardeşinin isteğiyle her şehir dışı işinde otel kayıtlarını incelediğini söylemişti. Bir yandan çapkınlıktan vazgeçemediğini, bir yandan da böyle bir sorun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine kadınlardan biri, “Ne kadar kalacaksın burada” deyince, “En fazla bir hafta. İşlerimi bitirince döneceğim” demişti. Ardından kadınlardan biri, “İyi de, zâten bir hafta boyunca otelde kalacağını karın bilmiyor mu?” deyince, Kerim rahatsız olmuştu. Zekî insanları ve özellikle zekî kadınları sevmezdi. “Önceden İstanbul’da yaşayan bir arkadaş vardı. O bir süredir, yurtdışında ama karım bilmiyor. Onun yanında kalacağımı sanıyor. Eğer bu sürede bir otel kaydım olursa, biterim” deyince, “Ulan, götünüzden bu kadar korkuyorsunuz, neden çapkınlığa kalkıyorsunuz” deyip, kalkıp gitmişti. O arada fazla konuşmayan kadınlardan biri, önce bir göz işâreti yapmış, diğerleri gidince de“Merâk etme, ben hallederim. Ama benim çıkmamı beklemen lâzım” demişti. Bu arada ödediği yüklü hesâbın üzerine bıraktığı kayda değer bahşiş, garsonların da hoşuna gitmişti.

            Neşesi yerine gelmişti, Kerim’in… Mekânın kapanmasından sonra kadınların her biri evine ya da kaldığı yere doğru gitmeye başlamıştı. Bu arada Kerim’in beklediğini gören kadın, işâret edip, yanına çağırmış ve bir süre yürümüşlerdi. Yeldeğirmeni’ne çıkan sokaklardan birinde bir otele girmişler ve otelin sâhibi gibi duran, resepsiyondaki kişiye kadın, bir şeyler anlatmıştı. Bu gece berâber olacaklarını, ama sonrasında bir hafta kalacağını söylemişti. Odayı da, polislerin otel kayıtlarını incelemesi ihtimâline karşı, kadının ismiyle tutacaktı. Odaya çıktıktan sonra Kerim’e adını sormuş, o da Kerim olduğunu söyleyince, “sakın Fenâsi diye espri yapmaya kalkma” demişti. Kerim, bu espriyi bilse de, Kerim adını taşıyan birçok erkeğin paralı ilişkiye girdiklerinde bu saçmalığı espri diye söylediğini bilmiyordu. Bu arada Kerim de, kadına adını sormuş ve Gülgüzel demişti. Kerim, Gülgüzel adını ilk defâ duymuştu. Sorduğunda ise “Annem, gülleri çok severmiş. Benim de gül gibi güzel olmamı istermiş. Bu yüzden ben doğunca babama, adı Gülgüzel olsun demiş. Babam da sesini çıkarmamış, olsun ya, gülün yüzü güzel, bahtı çirkindir, demiş. Ne bilsin babacığım, eren midir, nedir, bilmiş kızının bahtını…”

            Birkaç sa’âtlik sevişmenin ardından ikisi de uyumuştu. Sabah olunca Gülgüzel, para vermeye yönelmesin diye açıktan onu beğendiğini, hoşlandığını, bu yüzden bunu yaptığını söylemişti. “Para vermeye kalkıp, beni kırma” demesiyle berâber Kerim, Gülgüzel’in alnına bir öpücük kondurmuştu. Gülgüzel ise bunu aşka yorup uyarınca, “Ben aşkı bilmem ama senin gibi gösterişten uzak olanları severim” demişti. Gülgüzel’in yanındaki bu adamın bir psikopat olduğunu bilmesi, elbette imkânsızdı.

            Bu arada Fâtih ile Ayşe, nikâhlarının sâde olmasını isterken, bunu basına bildiren ve duyulmasını sağlayan komiser olmuştu. Kerim’in mutlâka geleceğini düşünüyordu. Ona göre bu kadar uzun zaman saklanabilmesi, kendisine dâir yapılan haberlerden dolayı olmuştu. Haberleri tâkib ettiğini ve ona göre gizlendiğini düşünüyordu. Tabiî, televizyonları devreye sokma düşüncesinin kendisinden çıktığını çoktan unutmuştu.

            Ayşe korkuyordu, Fâtih de Ayşe kadar olmasa da endişeliydi. Basına bildirmenin doğru olup olmadığını düşünüyordu. Gerçi Kerim’in bir gün öğreneceğini tahmîn ettiğinden, kendileri için bunun daha güvenli olduğu düşüncesini, benimsemeye çalışsa da, içinde bulunduğu endişe bunu engelliyordu. Komiser haklıydı. Bu konuda Fâtih ile Ayşe’yi iknâ etmeye çalışan herkes haklıydı. Elbette Kerim, bir gün öğrenecekti. Öğrenip, bir ânda karşılarına çıkıp saldıracağına, polislerin koruması altında olan bir yerde olmak daha güvenliydi.

            İşte, nikâh günü gelmişti. Nikâh, Kadıköy Evlendirme Dâiresi Zübeyde Hanım Salonu’nda kıyılacaktı. Sa’âti de hatırlıyordu, Kerim… Sa’âti de hatırlıyordu: 14:42. Bunun üzerine düşünmemişti ama sa’ât yaklaştıkça, anlamaya başladı. 14’ün rakamlarını yer değiştirince 4/142 oluyordu. Bu apaçık bir meydân okumaydı ve komiser planlamıştı.

            Öfkeli bir şekilde Hasanpaşa’da Nâbizâde Sokak ile minibüs yolunun kesiştiği yerdeki binâya girdi. Girmeden evvel nikâh salonunu en iyi gören dâireyi belirlemişti. Doğruca oraya yöneldi ve kapının açılmasıyla berâber silâh zoruyla içeri girdi. Bütün bir hafta boyunca çantasında, dikkat çekmeden saklamayı başarmıştı. Ev halkı, silâhı görünce sessizce kenara çekilmişti. Kerim ise onlara hiçbir zarar vermeyeceğini, sâdece birkaç sa’ât zaman geçireceklerini söylemişti. Bulduğu çamaşır ipleriyle de âileyi bağlamış, ağızlarını da kapatarak ses çıkarmalarını engellemişti. Bu arada telefonlarını da toplamıştı. Nikâh salonunun giriş kapısını izlemeye başladıktan sonra gelmelerini bekledi.

            Bu arada birkaç gün evvel aldığı bir dürbünle de arabaların içindekileri görmeye çalışıyordu. Sa’ât 14:15 olduğunda tamâmen siyâh camlarla kaplı bir arabanın yaklaştığını gördü. Arkasında ise sâdece bir polis arabası vardı. Büyük ihtimâlle bu diyerek, camı açtığında dürbünüyle de arabadakileri görmeye çalışmıştı. Siyâh camdan bir şey görünmüyordu. O sırada ön koltukta oturan Alper’in camı açıp, çocuklara zarf dağıttığını gördü. Karar vermişti, buydu ve arka koltuğu hedef aldı… Artık kime gelirse…

            Silâh sesinin duyulmasıyla, arabanın arka camının tuzla buz olması bir olmuştu. Ancak Kerim’in düşündüğü olmamış, kimse vurulmamıştı. Çünkü arka koltuk boştu. Fâtih ile Ayşe, polis arabasıyla berâber daha önce salona getirilmişti. Ayşe, salonda silâh sesini duyunca, “İşte, geldi” deyip, ağlamaya başlamıştı.

            Bununla berâber kimse, Kerim’in bu şekilde saldıracağını bilmiyordu. Elbette Alper’in hatâsı büyüktü. Oysa, komiser ona, “yolumuzun üzerine pusu atabilir, ne olursa olsun, sakın camları açma” demişti. Tabiî, kimsenin aklına “neden bir zırhlı araç vermediniz” diye sormak gelmemişti.

            Polis ekipleri, bir ânda binâya yönelmiş, çevresini sarmışlardı. Destek istenmesinin ardından özel harekât polisleri de gelmişti. Ortada bir rehine krizi vardı ve eğer buradan gitmesine izin verilmezse, rehineleri öldüreceğini söylüyordu. Telefonla konuştuğu komisere ise “Siz bir aptalsınız. Beni bir yıl boyunca bulamadınız bile… Sizin gücünüz bana yetmez” demişti. Oysa feribottan sonra ikinci defâ kendisiyle böbürlenmesine inanamıyor ve kendisine birbiri ardınca vuruyordu. “Gösteriş, günâh; gösteriş, günâh” deyip duruyordu. Evdekilerinden genç kız olanı onun durumunu anlamıştı. Sürekli onu gurûrlandırıcı sözler söylüyordu. Âilesi ile Kerim şaşırmıştı bile. Bu arada evin çevresinde kuş uçurulmuyor, uygun noktalara keskin nişancılar yerleştiriliyor ve özel harekât polisleri, operasyona hazırlanıyordu. Bu arada Kerim, hâlâ âileyi öldürmekle tehdîd ediyordu. Oysa onları öldürmesi imkânsızdı. Çünkü gururlanmak, gösteriş yapmak bir yana, sâdece Kerim’i övücü sözler söylüyorlardı.

            Özel harekât polisleri, tam binâya girmek üzereydi ki, evden bir el silâh sesi geldi. Polisler hemen eve girdiler. Karşılarında elindeki pompalı tüfekle kafasını dağıtmış bir şekilde yerde yatan bir adam vardı. Kerim… Genç kızın onun adâleti sağlamak üzere, Tanrı tarafından görevlendirilmiş olduğuna dâir sözlere inanmış ve “Evet, beni adâleti sağlamak üzere Tanrı gönderdi. O yüzden beni yakalayamıyorlar. Çünkü ben seçilmişim” dedikten hemen sonra kafasına sıkmıştı.


            Her şey bitmişti, komiser ve İstanbul emniyetinin bütün müdürleri, âmirleri gelmişti. Bir yıldır peşinde koşturan kâtil, işte karşılarında yatıyordu. Her cinâyette 4/142 notunu bulan polis, Kerim’in üzerinde de aynı notu arıyordu. Bu düşünceyle kazağını sıyırmıştı. İşte, çıplak göğsüne kazınmış şekilde karşısında duruyordu. Belli ki, yeniydi ve hâlâ kan sızıyordu. Bütün göğsünün kaplayan, koskoca bir yazı… 4/142… 

SON

Kutlu Altay Kocaova

16.08.2017

Metnin tamâmını okumak isteyenler için;

Gösteriş Günâhtır

14 Ağustos 2017 Pazartesi

GÖSTERİŞ GÜNÂHTIR 6

Bekir’in cenâzesinde arkadaş grubunun tamâmı, Kerim dışında, bir araya gelmişti. Ayşe ve diğerlerinin eşleri de gelmişti. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyor, kimse konuşmak istemiyordu. Hepsinin yüzüne korku hâkimdi. Öyle ki, gözlerindeki korkudan, üzülüp üzülmedikleri bile belli olmuyordu.

            Bu arada Kerim’in kaçmasından dolayı kapıda bekleyen polis me’mûrları hakkında soruşturma açılmıştı. Ancak müfettişler de dâhil olmak üzere herkes, soruşturmanın başında, bir şeyin çıkmayacağını biliyordu. Sonuçta bu ülke, bu tarz hatâları, maalesef, çok yaşadığı için neredeyse herkes kanıksamıştı.

            Câmiye gelenler içinde Bekir’in ölümüne üzülen, sâdece Bekir’in annesiydi. Sürekli ağlıyor, “bulun o kâtili” diyordu. Bir ara Bekir’in arkadaşlarının yanına gelmiş ve yüzlerine karşı haykırmıştı. “Neyine korkuyorsunuz? O da sizin gibi etten kemikten değil mi? Hem korkunca ölünmüyor mu? Korkunun ecele faydası mı var? Niye korkuyorsunuz? Hadi şu kadın korksun. Eski karısı… Hele size ne oluyor da, onca erkek hâlinizle korkuyorsunuz? Gelmeyin oğlumun cenâzesine… Gidin, istemiyorum sizi” diyordu. Elbette, bunlar bir acılı ananın sözleriydi ve anlayışla karşılamak gerekirdi. Ama çok da haksız sayılmayacağını, onlar da biliyordu.

            Bu arada şehrin başka bir yerinde, başka bir câmisinde de Filiz’in cenâzesi kaldırılacaktı. Ancak geride sâdece bir annesi olduğu için câmi cemaâti tarafından namazı kılındı. Cenâze aracında ise sâdece şoför, imâm ve annesi vardı. Mezârlık işçisi iki kişiyle, civârda su satan çocuklardan birkaçının katılımıyla Filiz defnedilebilmişti. Annesinin ağzını bıçak açmıyordu. Kızına yaptığı birçok şeyden dolayı kızgındı. Ancak cesedinin Kerim’in evinde bulunduğunu öğrendikten sonra kızgınlığı kat be kat artmıştı. Hele Filiz’in çıplak cesedinin üzerindeki Kerim’e âid meni parçalarından sonra… Bu yüzden ne cenâze sırasında, ne de mezarlıkta imâmın “Hakkınızı helâl ediyor musunuz” sorusuna sessizlikle yanıt vermiş, ediyorum dememişti.

            Televizyonlar ise bambaşka bir âlemde, bu durumda elde edebileceğimiz en yüksek reytingi elde edelim, derdindeydiler. Farklı kanallardaki programlar, kendilerince Kerim’i inceliyor, ne yaptığını, neden yaptığını ve nerede olabileceğini tartışıyorlardı. Bu programlardan birinde, bir psikolog, Kerim’in her açıdan psikolojik bir etüdünü yapmıştı. Onun hakkında anlatılanlar, yazılanlar üzerinden tam bir karakter analizi yapmıştı.

            “Kerim, basit bir psikopatın ötesinde biri. Bir seri kâtil. Genel olarak sâhib olduğu takıntılar, bunların kutsal kavramlar üzerine inşâ edilmesi ve cinâyetlerini bu şekilde inşâ edilmiş takıntıların etkisiyle işlemesi, önemli göstergeler. Ayrıca cinâyetleri işlemeden önce, hayvanlar üzerinde uygulaması da, yine buna işâret ediyor. Bütün seri kâtiller, işe hayvanlar üzerinde işkence yaparak ve öldürerek başlarlar. Emînim, çocukluğuna dâir tanıklık yapabilecek kişilere ve bilgilere ulaşılabilirse, çocukluğunda da hayvanlara işkence yaptığını, öldürdüğünü görürüz.

            Bu noktada bir çocuğun hayvanlara işkence yapması ve öldürmesi, bize geleceğe yönelik büyük bir alarm teşkil etmektedir. Böyle çocukların sürekli kontrol altında tutulması, psikolojik destek verilmesi gerekir. Bâzı âileler, bilinçsizce çocuklarına hayvanları öldürtüyorlar. Ellerine silâh verip, ava götürüyorlar; sapanla kuşları öldürtüyorlar; kurban bayramında izlemesini sağlayıp, eline bıçak veriyorlar; kedilerin kuyruklarını kesip, köpekleri taşlatıyorlar. Yâni bilinçsizce seri kâtil ya da psikopat adaylarımızı yetiştiriyoruz. Hani diyoruz ya, insanlar eskiden böyle değildi, ne ara böyle olduk, neden psikopatlıklar bu kadar arttı diye. İşte, temelinde bu yatıyor, demişti.”

            Kurban bayramı ile ilgili eleştiri ise bir anda ekranda ve stüdyoda buz gibi bir hava yaratmış. Psikoloğun sözü biter bitmez, reklama girmişlerdi. Reklam bittiğinde ise psikolog gitmiş, daha doğrusu gönderilmişti. O da sosyal medya hesâbına “Çocuğunuzun eline bıçak verip, bir cânı almasını sağlıyorsanız, neden psikopat oldu diye sormayacaksınız” yazmıştı.

* * *

            Kerim, iyiden iyiye ormanda yaşamaya alışmıştı. Bu arada çadırının olduğu alanı, hem görünmeyecek, hem de soğuktan daha az etkilenecek bir duruma getirmişti. Eksikleri, yanında getirmeyi unuttuğu malzemeleri, âletleri vardı. Tencere, tava gibi bâzı eşyâları, Delmece Yaylası’ndaki birkaç evden çalarak elde etmişti. Kış mevsiminin şu günlerinde yaylada kimse olmadığı için birkaç eve girmiş ve işine yarayan, yarayacağını düşündüğü şeyleri almıştı. Hattâ bu evlerden birinde bir tüfek de bulmuştu.

Tüfek sâhibinin, tüfeği burada bırakması pek normal değil, diye düşünse de, önüne gelen fırsatı kaçıracak değildi. Unutulmuş ya da bırakılmış… Bu, onun için iyi olmuştu. Bu arada girdiği evlerde kalan az biraz kuru gıdayı da almıştı.

            Artık ormanı iyiden iyiye öğrenmişti. Aralığın ortasına geldiğinde kış boyunca yetecek gıdayı elde etmeye çalışıyordu. Bir gün ormanın iç kesimlerinde bir kaçak avcıyı gördü. Normal şartlarda kaçak avcılar, grup hâlinde dolaşırken, bunun tek olması dikkâtini çekmiş ve izlemeye başlamıştı. Belli ki, iyi nişancıydı. Yarım sa’âtte dört ördek ve bir karaca avlamıştı. Ördeklerin her birini yan yana gelecek şekilde dizmiş ve arkalarına da karacayı koymuştu. Kendisi de telefonunu ayarlamış ve karacanın arkasında çömelerek kendisini çekmişti. Sonrasında da avcılığını, nişancılığını öven cümlelerle sosyal medyada paylaşmıştı. Böbürlenmesi o boyuttaydı ki, yaptığının yasak olduğunu bile umursamamıştı. Telefonunu tekrar cebine koyduğunda ise sırtından giren bıçak, göğsünü delip geçmişti…

            Yakasına 4/142 yazısını iliştirdikten sonra karaca ile ördekleri ise oracıkta parçalayıp, etlerini yanında götürmüş ve uzun süre dayanması için kar dolu kovaların içinde toprağa gömmüştü. Bu onun için aynı zamanda bir deneydi. Ertesi gün etleri gömdüğü yere gitmişti. Karda ve toprakta bir eşeleme izi yoktu. Sonraki gün yine gitmiş, yine bir iz görmemişti. Böylece etlerinin kokusunun dışarıdan alınmadığını anlamıştı. Elbette avcının cesedi bulunacaktı ve çevreyi ona göre arayacaklardı. Ama etlerin kokusunu alırlarsa, burada barınması imkânsızlaşırdı. Sonuçta bütün kışı, yerinden ayrılmadan geçirmeye kararlıydı. Bütün bir kışı, sessiz ve hareketsiz geçirmek. Gizlenmek için gerekli olan da bu değil midir?

            Avcının cesedi bulunduğunda büyük ölçüde parçalanmıştı. Öyle ki, göğüs bölgesinde et kalmamış, geriye iskeleti kalmıştı. Kâğıddan da eser kalmamış, kendisiyle bağlantı kurulmasını engellemişti. Zâten tüfeği de yanındaydı. Hiç kimse öldürüldüğünü düşünmüyordu. Çantasında yer alan kimliği ve ehliyeti sâyesinde kim olduğunu öğrenmişlerdi. Sonrasında yapılan DNA testiyle de bu kesinleşmişti. Ön otopsi ve DNA testi yeterli görülmüş, nedense detaylı otopsi yapılmasını kimse istememişti.


            Sosyal medyada ise öldüğü haberi gelene kadar paylaştığı fotoğraf üzerinden eleştiriler yapılıyor, bunun suç olduğu, kendisinin bir kâtil olduğu ifâde ediliyordu. Orman Bakanlığı ile çevreci örgütler de, bu alenî kaçak avcılıktan dolayı harekete geçmiş ve suç duyurusunda bulunmuştu. Elbette DNA raporu açıklanarak, bulunan cesedin kimliği açıklanınca, suç duyurusu iptâl olmuş, eleştiriler son bulmuştu. Ama elbette, bu durum, insanların bir kısmının içindeki duyguları ortadan kaldırmıyordu. 

12 Ağustos 2017 Cumartesi

GÖSTERİŞ GÜNÂHTIR 5

Kerim, pencereden dışarı baktığında polislerin hâlâ orada beklediğini gördü. Bulundukları köşe, apartmanın iki tarafını da gördüğü için onları atlatmanın bir yolunu bulmalıydı.

            Bunun için evde küçük bir yangının uygun olacağını düşündü ve yatak odasındaki camı açtı ve perdeleri tutuşturdu. Polisler, pencereden çıkan alevlere ve dumana bakarak, telsizle Kerim’in evinde yangın çıktığını belirtip, itfâiye istediler. Kerim’in kasıtlı olarak evi yaktığını anlamışlardı. Bu yüzden, Filiz’i kurtaralım düşüncesiyle iki polis, hemen yukarıya çıkmaya başladılar.

            Kerim ise evden çıkmış ve giriş merdivenlerinin altında saklanıyordu. Polislerin yukarı çıktığını görür görmez, binâdan çıktı ve kendisini Bahâriye Caddesi’ne attı. Gerçi sabahın erken sa’âtleri olduğu için henüz bir kalabalık yoktu ama yine de kendisini kaybettirmek için önemliydi. Bir de şu kameralardan da kurtulsa, tam olacaktı.

            Henüz arama karârı çıkmadan kredi kartlarıyla bankamatik kartlarını çıkardı ve hepsinde nakit olarak çekebileceği ne kadar para varsa, çekti. Özellikle kredi kartları konusunda bankamatiğin verebildiği bütün parayı çekmeye çalıştı. Nakit paraya ihtiyâcı vardı.

            Bu arada kafasında nasıl kaçabileceğine dâir düşüncelerin biri gelip, biri gidiyordu. Bir ân evvel Yalova’ya ulaşmalıydı. Oradan nasılsa yaylaya giderdi. Bunun için farklı seçenekler düşünüyordu. Aklına Bostancı ya da Pendik’ten vapura binmek geldi. Ama hâyır, hemen yakalanırdı. Bu yüzden uzun ve çok araçlı bir seçenekte karar kıldı.

            Bahâriye Caddesi’nden hızla Altıyol’a indikten sonra orada bekleyen taksilerden birine Göztepe Köprüsü’ne gideceğini söyledi. Birkaç dakîka sonra köprüye geldiğinde, köprünün altında bekleyen Harem-Gebze minibüslerini gördü. Oldum olası minibüsleri sevmezdi. Ama şimdi onun için çok önemli bir araç olmuştu. Gerçi onlarda da kamera var ama diğer araçlardaki kadar sıkı kontrol edilen kameralar değil, bunlar.

            Gebze, son durakta ineceğini söyledikten sonra arkasına yaslandı. Sürekli çevresini izliyor, insanları kontrol ediyordu. Bu durum, aslında çevredekiler için oldukça dikkat çekici olsa da, işe yetişme telâşında olan insanlar için önemli değildi. Sonuçta kimse kimsenin umurunda olmadığı için ondaki durumu fark eden kimse yoktu.

            Gebze’de indikten sonra İzmit’e giden araçlara bakmaya başladı. Kartal’dan kalkan otobüsler vardı ama hâyır, onlar da riskliydi. En iyisi, servisten bozma araçlar bulmaktı ve buldu da… Kahvehâne gibi bir yerin tabelasında Gebze-Dilovası-Körfez-İzmit-Gölcük-Karamürsel yazıyordu. Hemen yaklaştı ve kimin ilgilendiğini sordu. Kahvenin sâhibi, aynı zamanda bu hatta servis işletiyordu. “Birâder, sen bir çay iç. Sonra kalkarız” demişti. Bu arada şoförlük yapan oğlu gelmiş, birkaç müşteri daha gelince, gidiyoruz diye seslenmişti.

            Polisler, eve girdiklerinde yanan perdeleri ve perdelerden tutuşan bâzı salon mobilyalarını görmüşlerdi. Arabadan getirdikleri yangın tüpüyle söndürdükten sonra içeriye girebildiler ve yatak odasında Filiz’in cesediyle karşılaştılar. Hemen telsizle komiserlerine bildirip, “Efendim, Kerim, bizi atlatmak için evi yakmış. Bizim yangın tüpü yetti, söndürdük. Ama çok daha fenâ bir şey oldu. Kerim, Filiz’i öldürmüş ve yakasına yine 4/142 yazısını iliştirmiş”.

            Komiser, olduğu yerde masayı, duvarı tekmeliyor, bildiği bütün küfürleri sayıyordu. Hemen arabasıyla Kerim’in evine geldiğinde, ambulans ve olay yeri inceleme ekibi oradaydı. Birazdan savcı da gelmişti.

            Savcı, komisere dönüp, “Kerim kaçtı. Bekir ortada yok… Ne dersin, Bekir de ölmüş olmasın?”. Bu arada Kerim’in arkadaşlarından duyan, geliyordu. Fâtih, Alper ve diğerleri de gelmişti. Hattâ Kerim’in eski eşi Ayşe de gelmişti. Hiçbiri olanlara inanamıyordu. Son haftalarda yaşananlar, cinâyetler ve en son Filiz… Kimse Kerim’in böylesine bir seri kâtil olabileceğini düşünmek istemiyordu. Fâtih, Kerim’in arkadaşlık dürtüsüyle Bekir’i kaçırdığını düşünürken, karısıyla birlikte olup öldürdüğünü görünce, “Acâba kaçırmadı da, öldürdü mü? Bunları yapana kadar bütün suçu Bekir’e atmış, sonra da kaçmıştı… Peki, Bekir’i de öldürmüş olamaz mı? Onlar aralarında böyle konuşurken, savcı da aynı soruyu komisere sormuştu. Komiser de, eğer izin verirlerse, Kerim’i buldukları yerde kazı çalışması yapabileceklerini söylemişti. Bu arada bütün mobese kameraları da tek tek incelenecekti.

            Komiser ve ekibi, Ömerli’ye giderken, savcı da gerekli iş makinelerinin kullanılması için emir vermişti. Bu arada Kerim’in bulunduğu minibüs, İzmit’ten çıkmış, Gölcük yönüne doğru gidiyordu. Elbette İstanbul’daki evinin çevresinde neler yaşandığını tahmîn ediyordu. Ben olsam, ne yaparım diye düşünüyordu. O sırada polislerin, televizyondaki suçluları, kayıpları aradıkları programlar aklına geldi. Kendisinin fotoğrafı da ekrana konursa, ne yapacaktı? Sonuçta bu programlar, ülkenin her yerinde izleniyor. Minibüste televizyon yok ama indiği an, yakalanması çok kolay olurdu. Ne yapabilirdi?

            Minibüs, Gölcük merkezdeyken, inmek istediğini söyledi ve indi. Hemen kenarda bekleyen taksiyi görüp, Yalova’ya gideceğini söyledi. Taksici, uzun yol müşterisi bulunca, sevinmişti. Yalova’nın neresine gideceğini sordu. Çınarcık’ın biraz ilerisine gideceğini, Çınarcık’tan sonra târif edeceğini söyledi.

             Düşündükleri gerçekleşmişti. Türkiye’nin en çok izlenen programlarından birinde fotoğrafı canlı yayında gösterilmiş ve en az iki cinâyetin firârî sanığı olduğu belirtilmişti. Ayrıca oldukça tehlikeli olduğu da belirtilmişti. Bu sırada hem Harem-Gebze minibüsünün şoförü, hem de Gebze’den bindiği minibüsü şoförüyle, işletmecisi yayına bağlanıp, anlatıyordu.

            Bu sırada taksi, hızla Yalova’ya ilerliyordu. Kerim, taksiciye telsiz mesajıyla haber verilebileceğini düşünerek, peşin 300 lira vermişti. Bu arada taksici, Kerim’in telsizi kapatma isteğinden de işkillenmemişti. Doğru ya, şimdi durduk yere arar dururlar. Yalova’da biraz kafa dinlerim, demişti. Zâten günlük kazancının daha fazlasını tek seferde kazanmıştı. Dönüşte de biraz kazanırım, mis gibi diye kafasından geçiriyordu. Çınarcık’a geldikten sonra da “İleride Karpuz Deresi varmış, oraya kadar devâm eder misin” deyince, devâm etmişti.

            Kerim, taksiden indikten sonra taksicisinin geri döndüğünü görüp, gözden kaybolmasını bekledikten sonra Teşvikiye köyüne doğru, dere boyundan yürümeye başlamıştı. Hızlı olmalı ve ormanın içinde saklanabileceği bir korunak bulmalıydı. O, yürümeye başlarken, Ömerli’de arama tamamlanmış, ama Bekir’in cesedi bulunamamıştı. Taksicinin Çınarcık’tan sonraki Karpuz Deresi’ne bıraktığını söylemesiyle berâber de bütün ormanlık alanın ve evlerin aranmasına karar verilmişti. Özel harekât polisleri de bölgeye sevk edilmişti.

            Bu arada Kocadere köyüne kadar gelmişti. Sonbaharın kışa dönmek üzere şu günlerde köyde çok az kişi olurdu. Bu yüzden de sorun yaşamadı. Hattâ köyün bakkalından alış veriş yaptığında bile sıkıntı yaşamadı. Bakkal, yaşlı bir adamdı ve televizyonda gündüz kuşağı programlarını izlemezdi. Kendisine birkaç hafta yetecek yiyecek, kuru gıda ve un aldıktan sonra Esenköy’e nasıl gidebileceğini ve orada kiralık balıkçı teknesi bulup bulamayacağını sorunca,  bakkal, yolu târif etmiş ve onu balıkçılarla teknecilere sorması gerektiğini söylemişti.

            Aldıklarını sırt çantasına koyduktan sonra bakkalın târif ettiği yöne gitmiş, bakkal gözden kaybolduktan sonra da ormana girmişti. Bu arada polisler, bölgedeki herkese Kerim’in fotoğrafını gösteriyordu. Bakkal, biraz önce geldiğini ve kendisinden yüklü alış veriş yaptığını söylemişti. Ardından da Esenköy tarafına gideceğini ve tekne aradığını söylemişti. Kerim’in planı işe yaramış ve attığı yemi yutmuşlardı.

            Polisler, Esenköy tarafında aramayı yoğunlaştırırken, Kerim, ormanın içinde geceyi geçirebileceği korunaklı bir yer arıyordu. Bu arada hava git gide kapanıyor, yoğun bulutlar, oldukça yağmurlu bir geceye işâret ediyordu. Az ileride küçük bir oyuk dikkâtini çekti. Bir insanın, ancak cenin pozisyonunda sığabileceği bir yerdi. “Güzel”, dedi… “Tam istediğim gibi…”

            Yarım sa’ât sonra sağanak yağmur başlamıştı. Kasımın son günlerinde oldukça normal bir durum. Havanın soğuğu, yağmurla birleşince arama faâliyetleri de yavaşlamış, ormanda arama yapmaktan vazgeçilmişti. Tabiî olarak, Kerim’in bundan haberi olması imkânsızdı ama yağmurun kendisini kurtaracağını adı gibi biliyordu. Geceyi burada geçirmeye karar verdi. Biraz üşüyecek ama olsun… Dipsiz Göl’e ulaşması, böylece daha kolay olmuştu.

            Bu arada Fâtih, Ayşe için resmî koruma karârı çıkartmıştı. Evinin önünde sürekli olarak bir polis bekleyecekti. Oysa, Kerim’in Ayşe’ye zarar vermesi mümkün değildi. Bunu Ayşe bilmese de, Ayşe’yi koruyan, ne kapısındaki polis, ne de koruma karârıydı. Ayşe, karakteri yüzünden hayâtta kalabilmişti. Hiçbir şeyle gurûr duymuyor, böbürlenmiyordu. Bu yüzden Kerim’in ona zarar vermesi, imkânsızdı. Ama tabiî, bunu Ayşe de dâhil olmak üzere hiçbiri bilmiyordu.

            Sabaha doğru yağmurun durmasını fırsat bilen Kerim, Dipsiz Göl’e doğru yürümeye başlamıştı. Bu esnâda gördüğü iki kayanın arasındaki oyuk, tam istediği gibiydi. Buraya dönmeye karar verdi ve Dipsiz Göl’de eşyâlarını gömdüğü yere geldi. Yağmur, toprağı biraz aşındırmıştı. Zâten çamurun etkisinden dolayı çok kolay kazılıyordu. Gömdüğü eşyâları, işte karşısındaydı. Hemen sırtlayıp, gözüne kestirdiği yere geldi.

            Oyuğun içine çadırını kurduktan sonra çevrede bulduğu çalı çırpıyı topladı. Oyukların arasına sıkıştırabileceği tahtadan küçük bir iskelet kurduktan sonra onları yere sâbitlediği direklerle güçlendirdi. Dikkat çekmesini engellemek için üzerine çalıları yerleştirdikten sonra, sıra direkleri saklamak için sarmaşık aramaya geldi. Kökünden söktüğü sarmaşıkları ağaçlardan bıçakla kazıdıktan sonra elleriyle direklere sardı ve belki tutar düşüncesiyle, köklerini toprağa gömdü. Ayrıca topladığı çalıların bir kısmını da çadırın önüne yığdı. Şimdilik bu kadar yeter düşüncesiyle çadıra girdi ve üzerindekileri çıkardı. Burası için özel olarak aldığı ve diğer eşyalarla berâber sakladığı kıyâfetleri giydi.

            Ertesi gün, çadırının önünde bir toprak tümsek oluşturmak için kazmaya başladı. Kürek ve kazma almadığı için kendisine kızıyordu. Ancak yapabilecek bir şey yoktu ve yeniden başlayan yağmurun altında epeyce toprak biriktirdi. İşini tamamladıktan sonra birçok çalıyı toprağa dikti ve biraz ileriye gidip çadırın olduğu yöne bakmaya başladı. Hiçbir şey belli olmuyordu. “Tamam, bütün bir kışı geçireceğim yer” dedi…

            Televizyon programlarında hâlâ fotoğrafları gösteriliyor, birçok kişi gördüğünü söylüyordu. İstanbul’un, Kocaeli’nin, Yalova’nın ve Bursa’nın çeşitli semtlerinden arayanlar vardı. Hattâ Ankara’dan biri de aramış ve gördüğünü söylemişti. Sosyal medyada sürekli farklı yerlerden söz ediliyordu. Bir anda ülkenin en çok konuşulan kişilerinden biri olmuştu.


            Bu arada Ömerli’de köpeklerin bir cesedi parçaladığına dâir polise ihbâr yapılmıştı. Polisler hemen bölgeye gitmiş ve komisere haber vermişlerdi. Buldukları cesed, Bekir’indi…

10 Ağustos 2017 Perşembe

GÖSTERİŞ GÜNÂHTIR 4

            Savcılık, Bekir için gıyâben tutuklama karârı çıkartmış ve polis, her yerde Bekir’i arıyordu. Bu arada Kerim, kendisine geldiğinde hastânedeydi. Başında da telefonda konuştuğu komiserle doktor vardı.

            Kerim’in bir şey söylemesine fırsat vermeden, “Bekir, sizi bayıltmış” dedi. Komiserin bakışında farklı şüpheler vardı, sanki. “Sizi neden bayılttığını anlamıyorum” dedi. Komiser, sorgulayan bakışı görünce, açıklamaya başladı.

            “Bekir, sizi babasının hâtırâsından dolayı, fidan dikmeye götürmedi mi? Kaçmayı düşünen biri, neden böyle bir oyuna başvursun, sizi oraya kadar götürsün, sonra da sizi bayıltsın? Arabanızın yanında termosun içine konmuş, etil alkol bulduk. Bu kadar uğraşmasına ne gerek var ki? Doğrudan kaçabilirdi. Yâni sizi buraya kadar getirip, bayıltıp, şu saâte kadar çoktan İstanbul’dan kaçabilirdi. En azından kaçmayı düşünen biri için çok anlamlı değil, yaptığı.”

            Doktorların gidebileceğini söylemesinden sonra gitmek için ayağa kalkınca, komiser, “Bu arada bugün, hem sizin, hem de şu ân Filiz hanımın oturduğu evlerde, arkadaşlarımız arama yaptılar. Haberiniz olsun.”

            Kerim, odadan çıktığında arkadaşları onu bekliyordu. Hepsi heyecanlanmıştı. Olanları anlayamıyorlardı. “Hiç beklemezdim, böyle bir şey olacağını. Ona inanmıştım. Fidanı diktik, sonra kayboldu. Bir süre aradım, bulamadım. Sonra komiseri aradım. Bir anda çıktı ve sonrası mâlum işte…”

            Ancak içlerinde Fâtih, biraz farklı düşünüyordu. Bu son olayla birlikte Kerim’in Bekir’i kaçırmak için oyun yaptığını düşünmeye başlamıştı. Nasıl yaptığını, neden yaptığını bilmiyordu ama bir şekilde kaçırmayı başarmıştı… Böyle düşünen sâdece Fâtih de değildi. Komiser de böyle düşünüyordu. Bu yüzden iki sivil me’mûru, Kerim’in peşine takmaya karar vermişti.

            Kerim, arkadaşlarıyla hastânenin kantininde oturduktan sonra evine gitmişti. Polisler, aramayı tamamlamış ve gitmişlerdi. Evin hâli yapılan aramayı gösteriyordu. Her ne kadar polisler dikkâtli davranmış sayılabilseler bile yine de biraz dağılmıştı. Özellikle az sayıdaki kitâbın yerlerdeki görüntüsü, evin hâlini gösteriyordu. Bu arada Bekir’in evinde de arama yapmışlar ve kayda değer bir şey bulamamışlardı.

            Kerim, evde bir eksik var mı diye kontrol ettikten sonra çevreyi toparlamaya başladı. Ancak fark etmediği bir eksiklik vardı. Geçenlerde bit pazarından aldığı ceketlerden biri ortada yoktu. Polisler yerden birkaç kedi kılını ve bit pazarından alınan ceketi almışlardı.

Kıyâfetin Kadir’in öldürülmesinden sonra çöpte bulunan cekete olan benzerliğine bakarak, komiser, birkaç polisi önce Göztepe, sonra da Samandıra’daki bit pazarına göndermişti. Kıyâfet satan birçok kişi vardı ve böylece bir sonuca ulaşmaları zor olacaktı. Bunun için zaman zaman polis muhbirliği yapan ve bit pazarına sürekli gidip gelen, zaman zaman yüklü miktârda mal alan jbirine işâret ettiler ve ceketle Kadir’in öldürülmesinden sonra çöpte bulunan giysilerin fotoğraflarını gösterdiler. “Birkaç sa’ât vaktiniz varsa bulurum” deyince, polisler de arabada beklemeye ve gelip gidenleri izlemeye başlamışlardı. Hem bu arada belki hırsızlıktan aranan birileri de denk gelebilirdi. Mâlum bit pazarlarının bu konuda sâbıkası boldur.

            Yaklaşık iki saât, boş boş bekledikten sonra muhbirin gönderdiği mesajla yanlarına gittiler. Kimin sattığını bulmuştu. Âferin sözü ya da maddî dengi olabilecek bir şeyler beklerken, polisler hiç vakit kaybetmeden gösterdiği tarafa gitmişlerdi bile…

            Karşılarında sivil polisleri gören satıcı, önce şaşırmış ve korkmuş, gelenlerin cinâyet masasından olduğunu öğrenince rahatlamıştı. Tezgâhını kardeşine devrettikten sonra polislerle yürümeyi kabûl etti. “Evet, ağabey, bunları ben sattım” deyince, polislerin “o hâlde bunu da tanırsın” sorusuyla karşılaşmıştı. Ama polislerin gösterdiği fotoğraftaki kişiyi tanımıyordu. Polisler üsteledikçe de, “Yok ağabey, görsem tanımaz mıyım? Bendeki hâfızâ, kimsede yoktur. Şimdi benim tezgâha gelen adam var ya, iki yıl sonra gelsin, hatırlarım, onu ben. Ama bu adamı hatırlayamadım. Kusûra bakmayın.”

            Haklıydı, hatırlayamamıştı. Çünkü Bekir, hiç gelmemişti. O sırada polislerden birinin telefonu çalmıştı. Arayan komiserleriydi ve bir şey bulup bulamadıklarını soruyordu. Polislerin olanı biteni anlatmasından sonra “Telefonunuzdan Kerim’in fotoğrafını gösterin, bakalım” deyince, polisler, hemen Kerim’in fotoğrafını göstermiş ve adam tanımıştı. Adamın gerçekten dediği gibi hâfızâsı vardı. Hele “Sâdece bunu değil, epey şey aldı. Gelin de hele aldıklarının benzerlerini göstereyim” deyince peşinden gitmişlerdi. Polisler gözlerine inanamıyordu. Hemen âmirlerini arayıp, olanı biteni anlatmışlardı. Cinâyet yerinde çöpte bulunan kanlı kıyâfetleri de Kerim almıştı. Polislerin “ne yapacağız” demesine, “hemen gelin” diyerek karşılık vermişti.

            Yardımcısına, “Kadıköy Belediyesi’ni bir arasana. Bakalım, Câferağa’daki Sakız Gülü Sokak’ta en son ne zaman çöp toplamışlar? Duâ et, son birkaç gündür, toplamamış olsunlar”. Yardımcısının “Ama âmirim, belediyeler her gün toplamıyor mu? Şimdiye kadar kalır mı?” sorusuna, “Oğlum, Türkiye’de yaşıyorsun. Sen yine şansını dene, bakarsın, toplamamışlardır” diyerek yanıt vermişti. Haklıydı, dört gündür sokakta çöpler toplanmıyordu. Öyle ki, bu yüzden epey çöp birikmişti.

            Hemen olay yeri inceleme birimine, apartmanın çevresindeki çöp kutularının da incelenmesi gerektiğini söylemişti. Normal bir insan için oldukça iğrenç gelebilecek bir işken, onlar için oldukça sıradan bir şeydi.

            Akşama doğru çöp kutularının incelenmesi tamamlanmıştı. İlginç bir şey bulamamışlardı. Sâdece parçalanmış bir kedinin parçaları vardı. Diğerleri, araba ezmiştir, köpekler parçalamıştır derken, Kerim’in evinde bulunan kedi tüyleri aklına geldi ve incelenmesini istedi. Acâba aynı kediye âid olabilir mi?

            Ertesi gün rapor çıktığında düşündüklerinin doğru olduğunu gördü. Evdeki tüylerle, çöpteki parçalar, aynı kedinindi. Ama bu, yasal olarak bir kanıt oluşturur mu? Tabiî ki, hâyır. Ama asıl şüphelenilmesi gereken kişiyi gösterebilir. İçinde o an, Bekir’in mâsûmiyetine dâir çok kuvvetli bir düşünce oluştu.

            Cinâyetten önce bir ara, Kerim, Filiz’i aradı; Bekir’in öfkesini kontrol edemediğini ve dikkâtli olması gerektiğini söyledi. Ayrıca kendi yanında kaldığını da ekleyip, adresini verdi. Cinâyetin hemen ardından Filiz, Bekir’i suçladı. Sanki görmüş gibi kesin konuştu. Hattâ savcı bıraktığında bile isyân etti. Onu Kerim teselli etti. Sonra Bekir’in aklına nereden geldiyse, ağaç dikmek isteği oluştu. Hadi tamam, ama koskoca şehirde yer kalmamış gibi Ömerli’de dikmek istedi. Sonrası mâlum…

            “Neden bu konunun her yerinde Kerim var?”

            Kerim, her ne kadar bütün suçu Bekir’e yıkmayı başardığını düşünse de, içinde engelleyemediği bir şüphe vardı. Pencereden dışarıya baktığında, polislerin çöpleri incelediğini görmüştü. Bu arada sokağın köşesinde duran arabayı ise bugün tam altı defâ görmüştü. Bir şeyi, farklı yerlerde, farklı zamanlar görürsen, bu bir tesâdüf değildir. O da böyle düşünüyordu. “Ulan komiser” diyordu. Bilgisayarından bir harita programı açıp, dikkat çekmeden nasıl gidebileceğine bakacaktı. Önce Şile yolunu düşündü. Şile’den Ağva’ya, Akçaova’ya ve Kandıra’ya gidecek, oradan da İzmit’e inecek ve Gölcük, Karamürsel üzerinden yaylaya gidecekti.

            “Hâyır” dedi, “olmaz. Ömerli yolunda mobese gördüğü an alırlar beni. Hem durduk yere kışkırtmaya gerek yok. Komiseri daha da kuşkulandırırsak, gider beni buldukları yeri kazmaya kalkarlar, bir çuval incir batar”.

            Bir süre daha bekleyecekti. Belli ki, ellerinde henüz bir şey yoktu. Ne zaman kaçması gerekirse, o zaman kaçacaktı.

            Bu arada Kerim’in eski karısı Ayşe de, olanları duymuş ve Fâtih’in bürosuna gelmişti. Bu arada Fâtih, dâvâ üzerinde çalışmaya devâm ediyordu. Kerim’in Bekir’i arkadaşlık uğruna kurtarmaya çalıştığını, kendisini de yakacağını düşünüyordu. Ayşe’nin geldiğini görünce şaşırmıştı. Doğrusu yıllardır görüşmemişlerdi. En son Kerim ile boşandıklarında mecbûren bir araya gelmişlerdi, o kadar.

            “Korkuyorum, Fâtih” dedi. “Kerim’in bir şeyler yapmasından korkuyorum.”

            Yıllar sonra ortaya çıkan Ayşe, eski kocasından korktuğunu söylüyordu. “Bekir, hep saftı. Onun kötülüğü ancak dilindeydi. Beğenilmek isterdi ama o kadar. Fâtih, Kerim, Bekir’i hiç sevmezdi.”

            Fâtih, Ayşe’yi can kulağı ile dinliyordu. Kerim’in yaptığı taşkınlıkları, zaman zaman büründüğü sadist karakterini anlatıyordu. Hattâ bir keresinde çocukken hayvanlara yaptıklarını anlattığını da eklemişti. “Ben, kâtilin Kerim olduğunu düşünüyorum” diyordu. Ayrılırken bile medenî görünen Kerim’in bir de iç yüzü olduğunu söylüyordu. Sürekli gösterişe duyduğu nefreti anlatırdı, hepsinin münâfık olduğunu söylerdi. Hele şu kâğıt parçası… Bunu ancak o yazabilirdi. Bu esnâda bir saâtten fazla zaman geçmişti. Birazdan Filiz de gelecekti. “Beni görmesin, doğrusu ben de onu görmeyeyim” demişti, Fâtih. Sebebini sorduğunda da boş ver demiş ve yarım saât kadar bekleyeceğini, erken bitirirse, onunla berâber polise gitmek istediğini söylemişti.

            Bu arada Kerim, kapıcıdan polislerin kedi parçalarını bulduğunu duymuştu. O esnâda telefonu çaldı. Arayan Filiz’di. “Karının Fâtihle ne işi var” demesine karşılık, “Eski karımla Fâtih’e sor” demişti. İyi de, gerçekten de ne işleri olabilirdi? Peki, Filiz, bunu nereden biliyordu? Hemen Fâtih’i aradı. Filiz’in orada olup olmadığı ve Ayşe’yi sordu. Ayşe’nin geldiği doğruydu ama Filiz henüz gelmemişti. Kerim, “Fâtih, Filiz’e dikkât et; büronu izliyor” demişti. Ne oluyor diye düşünürken, Filiz geldi ve Fâtih bu konudan bahsetmeden, konuşmayı kısa tutmaya karar verdi. Yaklaşık 15 dakîka konuşmuşlar ve Filiz’in gitmesinden sonra Ayşe ile berâber polis merkezine gitmişlerdi.

            Fâtih’in kendisini postaladığını düşünen Filiz, hemen Kerim’in evine yönelmişti. İlginçti, oysa Kerim’e dâir hiçbir hoşlanma ya da sevgi duymuyordu. Herhangi bir duygu beslemiyordu. Ama yine de ona yönelik çok güçlü bir cinsel istek taşıyordu.

            Kapının önündeki polisler, Bekir’in karısının Kerim’in evine geldiğini haber verdiklerinde komiser, “Çıkana kadar dikkat edin ve nöbet değişimine kadar gözünüzü kırpmayın” demişti.

            Filiz, bir şişe kırmızı şarapla gelmişti. Kerim’in ne sevdiğini biliyordu. Birer kadeh içtikten sonra ikincisine gerek kalmamıştı. Karşılıklı olarak oldukça istekli ve coşkun bir gece geçirmişlerdi. Kerim, cinâyet gecesindeki konsomatrisi görür gibi oldu. Bütün enerjisini veriyor ve aynı şekilde bütün enerjisini veren bir kadınla sevişiyordu. İki taraf için daha önce yaşayamadıkları bir ilişki olmuştu ve sonunda, kendilerini tamâmen tüketmişlerdi. İşte, şimdi Filiz uyuyordu. Uyandığında kolları ve ayaklarından bağlandığını, ağzının kapandığını gördü.


            “Gece için teşekkürler” dedi, “Ama ben… Kendisini gösteren kadınları da sevmem. Bu da bir gösteriştir” demiş ve yastığının kenarına iliştirdiği bir kâğıda 4/142 yazmıştı. Filiz, Kadir’i öldürenin Bekir olmadığını anlamış ama her şey için çok geç kalmıştı. En son gördüğü, vücûduna girmek üzere olan bir bıçaktı.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

GÖSTERİŞ GÜNÂHTIR 3

Bekir hâlâ ne olduğunu anlamaya çalışıyor, elleri kelepçeli sorgu odasına götürülürken, yaşananların bir kâbus olmasını umuyordu. Bu arada artık eski karısı denebilecek olan Filiz, karakolun ortasında “kâtil” diyerek bağırıp çağırıyordu. Polisler, Bekir’in sorguya alınacağını, Kerim ile Filiz’in de bir yere kaybolmamaları gerektiğini, ifâde vereceklerini söylemişti.

            O sırada Kerim’in telefonuyla avukat olan arkadaşları Fâtih gelmişti. Kerim ile Filiz’in yanına uğramadan önce görevli polislerle konuşmuştu. Bekir’in cinâyet şüphelisi olması, belki de en çok onu rahatsız etmişti. O sırada Filiz’in Kerim’in omzunda ağlaması da dikkâtini çekmişti.

            Filiz, sürekli Kerim’e, “hayâtımı kurtardın”, “beni aramasan, uyarmasan belki de ölen ben olurdum” diyordu. Kerim, birkaç gün evvel Filiz’i aramış, Bekir’le barışırlarsa bunun daha iyi olacağını söylemişti. Ama yine de ne karar alırsa alsın, yanında olacağını, destekleyeceğini söylemişti. Bununla berâber bir süre Bekir’in üstüne gitmemesini, bağırıp çağırır, kızdırırsa, ne olacağını bilemediğini de eklemişti. “Şu aralar öfkesini kontrol etmekte zorlanıyor. Ben olmasam kim bilir, neler yapar. Bu yüzden bir sıkıntı olursa, hemen beni ara, ben hallederim” demişti. Bu arada bir süre daha muhatab olmamaları adına, Bekir’in evde kalmış eşyâsı falan varsa, kendi adresine kargoyla yollayabileceğini söylemiş ve adresini vermişti.

            İşte, Kerim’in dediği çıkmıştı. “Bekir, öfkesini kontrol edemedi, zavallı adamı öldürdü” diye düşünüyordu. Bu yüzden birkaç günlük sevgilisinin cesedini gördüğünde doğrudan aklına bu düşünce gelmiş ve hemen polise Bekir’in öldürmüş olabileceğini söylemişti. Telefonuna kaydettiği adresten de Bekir’in kaldığı yeri söylemişti.

            Fâtih, Bekir’i görmüş, polislerle konuşmuş ve Bekir’in sorgusuna girmişti. Açıkçası yirmi yıllık arkadaşının böyle bir şeyi yapabileceğine ihtimâl vermiyordu. Ama işte, Filiz’in yeni biriyle birlikte olması ve bu kişinin yuvasını bozan kişi olmasını düşündükçe de “olmaz, yapmamıştır” diyemiyordu. Bu yüzden Filiz’e karşı bir anda kızgınlık hissetti ama Bekir’in hafta sonu anlattıklarını da hatırlayınca, “ah ulan geri zekâlı, hem âileni dağıttın, hem kendini bitirdin” diye geçirmişti, içinden. Tabiî, bu avukatı olmaktan ziyâde yirmi yıllık arkadaşı olmanın getirdiği bir düşünceydi.

            Polisler, Filiz’in ayak üstü anlattıklarını Fâtih’e de anlatmışlardı. Açıkçası şaşırmıştı. Daha önce Kerim ile Filiz’in muhabbet ettiklerini hiç duymamıştı bile. “Nasıl oldu” derken, Kerim senaryoyu doğaçlama olarak sergilemeye başlamıştı bile… Bekir’in “Onsuz yaşayamam”, “ölürüm”, “öldürürüm”, “asarım”, “keserim” gibi lâflar söylediğini anlatmış, en azından kadına zarar vermesin diye onu da bu durumdan haberdâr ettiğini söylemişti. Fâtih de ister istemez inanmış, hattâ yaşanana bakarak hak bile vermişti.

            Filiz, ölen hakkında bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyordu. Aslında hiçbirini ilgilendirmezdi ama mâdem ortada büyük bir suç, cinâyet var, o hâlde bilmeliler diye düşünüyordu. Ölenin adı Kadir’di. Bekir ile aynı iş yerinde çalışıyorlardı. İlk zamanlar çok samîmiydiler, hattâ Filiz’e göre gereksiz bir samîmiyetleri bile vardı. O ara klasik arkadaş grubunu da boşlamış, pek görüşmemişti. Bütün vaktini Kadir’e ayırıyor, akşam yemeğini bile berâber yiyorlardı. Bu arada Kadir, Filiz’i görmüş, gözüne kestirmişti. Bu yüzden de işyerinde Bekir’in anlattığı bütün o çapkınlık hikâyelerini biriktiriyordu. Ne isimler, toplamıştı. Belkıs, Hande, Râbiâ, Ayşe, Melis… Elbette bunların bir kısmı uydurma, bir kısmı da Bekir’in asılma ya da tâciz hikâyeleriydi. Sâdece birinin gerçek olabileceğini düşünmüştü. Gerçi onun da önemi yoktu.

            Kadir, kendisini kabullendirdiği düşüncesiyle sık sık, Bekir yokken, gelir, Bekir’i sorar, hattâ bâzen beş on dakîka eve girip, beklediği de olurdu. Böyle zamanlarda, “Neyse, Melis’i arayayım”, “Ayşe’ye sorayım” gibi lâflarla da Filiz’in kadınlık şüpheciliğini kışkırtmayı ihmâl etmezdi.

            Filiz, bu durumlardan şüphelenir ama çaktırmamaya çalışırdı. Şimdiye kadar bir kötülüğünü görmediği kocasını, basit şüphelerle suçlamaya kalkmamak lâzım diye düşünüyordu. Bunlar olurken, Kadir, artık son noktayı koymaya karar vermişti. Filiz’e iyiden iyiye kafayı takmış, birlikte olmak istiyordu. Bunun içinde Bekir’in iş yerinde anlattığı klasik hikâyelerden birine başlamasından sonra Filiz’i aradı ve hoparlörü açarak, Filiz’den sessizce anlattıklarını dinlemesini istedi. Filiz duyduklarına inanamıyordu. Kocası, kendisini aldatıyor ve bunu ballandıra ballandıra, iyi bir iş yapmış gibi çevresindekilere anlatıyordu. Kadir telefonun kapandığını, birkaç dakîka sonra anlamıştı.

            Filiz, o ân kafasında Bekir’i bitirmiş ve ona âid evde ne varsa, darmadağın etmişti. Kararlıydı, boşanacaktı. Tabiî, bu arada yaşananlardan Bekir’in haberi bile yoktu. Kadir ise attığı adımın sonuçlarını görmek için işten erken çıkmış ve doğrudan Bekir’in evine gitmişti. Filiz, bir öfkeyle Bekir’e saldırmaya hazırlanırken Kadir’i görünce şaşırmış ve ona teşekkür etmişti. Şimdiye kadar onu uyarmaya çalıştığını, ama kendisinin anlamadığını söyleyip, teşekkür üzerine teşekkür ediyordu, Kadir’e. Tam da Kadir’in istediğiydi. Elbette, henüz Filiz’i birlikte olmak için iknâ etmiş sayılmazdı ama büyük bir engeli aradan çıkartmıştı. Bu arada Filiz, Bekir’in gelmek üzere olduğunu ve onu kendisinin karşılamak istediğini anlattı. Bu kibarca, “gitmelisin” demekti. Kadir, istediğini almış olarak evden ayrılıyordu.

            Bu arada ister istemez hem Kerim, hem de Fâtih, araya girdiler, îtirâz ettiler. Daha geçen hafta bu herifle kavga ettiklerini anlattılar. Filiz, “Nasıl yâni” deyince, oturdukları masanın yan tarafındakilerin Bekir’den söz ettiklerini, işte Bekir’in hikâyelerini sana ulaştırdıklarını konuşuyorlardı. İçlerinden biri de, ölmüş olan Kadir, böbürlene anlatınca direk giriştiklerini anlatmıştı. Filiz, daha da şaşırmıştı. Evet, Bekir’de bir hâfızâ sorunu vardı, bunu okul yıllarından beri bilirlerdi ama bu kadar olacağını sanmıyorlardı. Bekir, adamı tanımıyordu. “Kalıbımı basarım, tanımıyordu” diyordu.

            Ortada bir sıkıntı vardı. Ya Bekir’in ciddî anlamda, bilmedikleri bir rahatsızlığı vardı ya da Filiz’in anlattıklarının tamâmı yalandı.

            Bu arada Fâtih sordu. “Peki, siz ne zaman sevgili oldunuz?”

            Filiz, Kerim’e sâdece bir anlık bakıp, anlatmaya başladı. “Bekir’in öğrendiği gece, birlikte olmaya başladık” demişti. Anlattığına göre Kadir, çevrede bir yerde beklemiş, Bekir’in gitmesinden sonra tekrar dönerek geceyi Filiz’le berâber geçirmişti.

            Tuhaftı, anlamadıkları yerler vardı. Kavganın hemen evvelinde tesaâdüfen duyduklarıyla Filiz’in anlattıkları arasında fark vardı. Ya arkadaşlarına anlatan Kadir yalan söylüyordu ya da Filiz. Bu arada ilginç bir şekilde Filiz’in anlattıklarıyla, Bekir’in anlattıkları örtüşüyordu. Arkadaşlarına, karısında gözü olan bir iş arkadaşının anlattığını söylemişti. Filiz’in anlattıkları da aynıydı. İyi de, o zaman bu herifin hâfızâsı ara sıra komple gidiyor mu? Böyle bir şey mümkün mü?

            “Ya da” diye araya girdi Fâtih. “Bekir’in kafası, o an hiçbir şeyi almıyordu ki. Zâten ağlamaktan etrâfı görmüyordu bile. Belki de, benden söz ediyorlar gibi geliyor dediğinde Kadir’i değil, yanındaki arkadaşlarından birini işâret etmişti. Olamaz mı?”

            “Olabilir” diyerek kendi sorusuna yanıt verdi, Fâtih. Devâmını da yine kendisi getirdi. “Kerim adama dalınca, hepimiz de gözümüz kapalı girdik. Bekir de, görmemiş olacak ki, ancak sen deyince ne olduğunu anladı, hatırlasana…”

            Neyse, Fâtih, kendisini iknâ etmeyi başarmıştı. Kerim için ise çok önemli değildi. Sonuçta yaptığıyla böbürlenmediği sürece Kerim için bir sorun yoktu. Gösteriş yoksa sorun da yok, diyordu. Bu arada Fâtih yeniden Bekir’in yanına gitti. Savcılığa sevk edeceklerdi. Savcılığın Bekir’i serbest bırakacağını düşünüyordu. “Ortada kanıt yok, îtiraf yok, tutamazlar” diyordu. Düşündüğü gibi oldu ve savcılık Bekir’i serbest bıraktı.

            Bu duruma en çok kızan ise Filiz olmuştu. Ona göre kâtil belliydi ve ortada bir araştırmaya bile gerek yoktu. Bekir suçluydu ve serbest bırakılmaması gerekiyordu. Zâten Fâtih, savcılık bırakır, dedikten sonra ifâdesi vermiş ve doğruca çekip gitmişti. Öfkeliydi ama korkan bir öfkeli… Sıranın kendisinde olduğunu düşünüyordu.

            Kerim de, ifâdesini vermiş. Bekir uyuduktan sonra Aksaray’a gittiğini anlatmıştı. O da ifâdesini verdikten sonra karakoldan ayrılmış ve doğruca İstanbul Anadolu Adliyesi’ne gitmişti. Adliyeye girerken, Fâtih ile Bekir, adliyeden çıkıyordu.

            O civârda bir yere oturmuşlar, konuşuyorlardı. Fâtih, neler yapacaklarını anlatıyor, Bekir ise duymuyordu bile. Kerim’e dönüp, “Kardeşim, bugün ya da yarın bir fidan alıp, ormana gidebilir miyiz” deyince, diğer ikisini ister istemez bir şaşkınlık almıştı. Fâtih’in “Nereden çıktı” demesiyle berâber, “Babam derdi, oğlum, başına bir hâl gelince, ilk fırsatında git, ormana bir ağaç dik. Hayât veren, hayât bulur. Ben de hayât bulmak istiyorum. Hem nezârette beklerken, Allah’a ahd ettim, çıkarsam ilk işim bir fidan dikmek olacak, dedim” demişti.

* * *

            Ertesi gün, denk geldikleri ilk fidanlıktan arabaya sığabilecek bir fidan alıp, arabaya yerleştirmişlerdi. Bu sırada cinâyet soruşturmasını yürüten polis ekibinden bir komiser yanlarına gelmiş ve ne yaptıklarını sormuştu. İster istemez Bekir, bu durumdan rahatsız olmuş ve baba hâtırâsını canlandırmak için ağaç dikeceklerini söylemişti.

            Bekir’in birinci sıradaki şüpheli olmasından dolayı polis, ona karşı çok dikkatli davranıyor, attığı adımı izliyordu. Dolayısıyla fidan dikmek için onca yer varken, Ömerli’nin seçilmesini anlamamışlardı. Yine de elde bir kanıt olmamasından, savcılığın da serbest bırakmış olmasından dolayı herhangi bir şey yapmaları mümkün değildi. Ama yine de gözlerini üzerinden çekmiyorlar, bu da Bekir’i fazlasıyla rahatsız ediyor, korkutuyordu.

            Bekir’in endişesini gören komiser, Kerim’i kenara çekerek, aynı evde kalmalarının tehlikelerini anlatmış, ormanlık alana giderek, kendi hayâtını da tehlikeye attığını söylemişti. Bu yüzden de kendi kartvizitini verip, en küçük tehlike belirtisinde bile aramasını istemişti.

            Yol boyunca Bekir’in ağzını bıçak açmıyordu. Korkuyordu, endişeleniyordu. Yıllarını hapiste geçirmek istemiyordu. Üstelik işlemediği bir cinayetten suçlanıyordu, üstelik. Ayrıca bunca yıllık karısının kendisinin kâtil olduğu kesin olarak inanması ve başka biriyle aldatmasını düşündükçe, daha da içine kapanıyordu. Bir de iş durumu vardı. Patronu olacak adam, bu olayı bahâne edip, tazminatsız işten çıkarmıştı. Şimdi karısının kaldığı eve, noter kanalıyla gönderdikleri belgede, bir cinâyet soruşturmasında baş şüpheli olan birinin iş yeri güvenliği açısından tehlike oluşturduğundan söz ediliyor ve bu yüzden ilgili yasanın verdiği hakka dayanarak tazmînatsız işten çıkarma işlemi uyguladıklarını söylüyorlardı. Belgenin bir fotoğrafını da telefonuna göndermişlerdi.

            Bekir, Türkçe’deki bütün küfürleri saymıştı. Kerim, hak veriyordu ama yine yaptıklarının bedelini ödediğini düşünüyordu. Hattâ şu cinâyet olayında bile kâtil kendisiyken, Bekir’i suçluyordu… Yine aynı kavramlar, devreye giriyordu. Gösteriş… Münâfık…

            Bununla berâber Kerim, “Dert etme” dedi. “Benim tercüme bürosunda çalışırsın. Sonuçta bir muhasebeci, her zaman gerek. El âlemin muhasebe firmalarına her ay o kadar para ödeyeceğime, seninle çalışır, sana öderim. Başımızdaki şu dert gidince de, deriz Fâtih’e, işe dönüş ve tazmînat dâvâsı açarız, tazmînatını çatır çatır alırız, şerefsizlerden. Sen rahat ol…”

            Açıkçası Kerim’den beklemediği bir adım gelince, Bekir’in hoşuna gitmişti. “Arkadaşlık” diyordu… “Böyle günde belli olur. Kerim’in sağı solu belli olmaz, sık sık kızar, eleştirir ama iyi adam… Şu kötü gününde kim var ki, yanımda” diyordu. 

            Ömerli’yi geçmişlerdi ve Kömürlük yoluna sapmışlardı. Kömürlük’ten sonra da baraj kıyısında bulunan Esenceli yoluna girmişlerdi. Barajı tepeden gören, toprak yollardan birine sapmış ve uygun bir yere park etmişlerdi. Bekir, arabadan ağacı çıkarırken, Kerim de kazma ve küreği indirmişti. Yoldan elli altmış metre içeri girmişler ve ağaçların arasında bir yer seçmişlerdi.

            Yaklaşık yarım metre kazmak, fidanı dikmek için yeterliydi. Bekir, bunca minnetin yarattığı etkiyle kendisi kazmak istedi, Kerim de kabûl etmişti. Bu arada sık sık çevreyi izliyor, gelip giden var mı, kontrol ediyordu. Şurada henüz yarım sa’ât geçmiş, bir Allah’ın kulu bile görünmemişti. “İyi” diyordu, “iyi”…

            Bu arada Bekir’in çukuru kazması tamamlanmak üzereyken, torbanın içinde getirdiği ve termosa doldurduğu etil alkolü çıkarmış ve yanındaki bir beze dökmüştü. Bekir’in hareket etmesine fırsat vermeden de arkadan ağzına bastırmış ve hemen bayıltmıştı. Acele etmeliydi, şu meretin de bir süresi vardı, sonuçta. Uyanmadan ve çevreden gelen olmadan işi bitirmeliydi.

            Sonbahar yağmurları, toprağı yumuşatmıştı ama yine de kolay olmayacaktı. Bir buçuk metre uzunluğunda, bir metre derinliğinde bir çukurun yeterli geleceğine karar vermişti. Dolayısıyla Bekir’in kazdığı yarım metreye, yarım metre boyundaki çukurunu genişletmeye başladı. Çukuru kazması, bir saât sürmüştü.

            Bekir’e son kez baktı ve sürüklemeden sırtına alarak çukurun içine bıraktı. Elbette çukurun boyu, onun için küçüktü. Dizlerini bükerek sığdırdı. Sanki anne karnında gibiydi. Bu yüzden de buna cenin pozisyonu diyorlardı.

            “Kim bilir, rüyâsında ne görüyor” dedikten sonra, “birazdan kesin olarak sona erecek” dedi ve ardı ardına toprak atmaya başladı. İşte, toprak bütün bedenini örtmüştü, görünmüyordu.  “Bir iki dakîka içinde havasızlıktan ölecek” dedikten sonra fidanı dikti. “Baban haklı mıydı, acâba? Bir sor bakalım. Ama önce baba, benim hatâm neydi diye de sor. Belki yaptığın gösterişi anlatır.”

            İşte, olduğu gibi gömmüştü. Toprağı biraz karıştırıp, biraz düzledikten sonra çevreden fark edilmeyecek bir hâle gelmişti. Yine de ağaçların altındaki birkaç çalıyı, kökleriyle birlikte söküp, Bekir’in isimsiz mezarına dikmişti. İşte, şimdi hiç anlaşılmıyordu.

            Hemen arabasının yanına gidip, cebindeki karttan komiserin numarasını çevirdi. Komiser telefondaki ismi görünce, heyecanlanmıştı. Alo bile demeden, doğrudan konuya girdi. “Buyrun Kerim bey, sizi dinliyorum”.

            “Bekir… Komiserim, Bekir yok.”
            “Nasıl yâni?”
            “Komiserim, fidanı diktikten sonra bana bıçağını doğrultup, kaçtı.”
            “Kerim bey, size demiştim, uyarmıştım…”
            “Haklısınız… Ko, ko, komiserim… Bekir, burada. Yardım edin…”


            On dakîka sonra polis ekibi geldiğinde, Kerim yerde yatıyor, yakasına iliştirilmiş kâğıdda ise sâdece 4/142 yazıyordu. Bekir ise ortalıkta yoktu…