Kışı, zorlu bir şekilde
atlatmayı başardı. Yaşadığı zorluklar polis ya da jandarmadan ziyâde doğadan
kaynaklanan zorluklardı. Sonra bahârı ve yazı, Samanlı Dağlar boyunca, kimseye
görünmeden geçirmeyi başardı.
Gizlenmeyi başardığı sürenin uzamasıyla berâber
tartışmaların boyutu da değişiyordu. Kimine göre onu devlet içinde koruyanlar
vardı. Kimi polisin yeterince umursamadığını söylerken, kimi de çoktan
yurtdışına kaçtığını söylüyordu. Kurban bayramı ve çocuklara dâir sözlerinden
dolayı televizyonlar tarafından ambargo uygulanan psikolog ise sosyal medyada
konuya dâir analiz yapmaya devâm ediyor ve her geçen gün tâkib eden,
fikirlerini soranların sayısı artıyordu.
Bir gün biri şöyle bir soru sormuştu: “Bu kâtil, komando değil, bir şey değil,
askerliği bile çok basit geçmiş. Nasıl aylardır, ormanda tek başına
gizlenebiliyor ki? Tabiî eğer, gerçekten ormandaysa… Korunmuyorsa…”
Bu soruya yanıtı da etkileyici olmuştu. “Komando değil ama obsesif kompulsif kişilik
bozukluğu hastası. Dolayısıyla takıntıları uğruna yıllarca, kimsenin
yapamayacağı şeyleri, insanüstü görünen birçok şeyi yapabilir.”
Psikoloğun en çok
merâk ettiği ise böylesine takıntılı birinin nasıl oluyor da, temiz olmayan bir
yerde, bu kadar uzun süre kalabiliyor oluşuydu… Elbette her takıntılı, temizlik
ve mikroba karşı takıntılı olacak diye bir kural yok ama yine de bu
rahatsızlığın önemli belirtilerinden biri. Ancak belli ki, gösterişe dâir
taşıdığı inanç, onu bütün takıntıların üzerine çıkarıyor.
Bu şekilde son bahara ulaşıldı ve ilk cinâyetin üzerinden
yaklaşık bir yıl geçti. Artık saçı ve sakalı oldukça uzamış, âdetâ birbirine
karışmıştı. Bu şekilde onu tanımalarına imkân yoktu. Dış dünyâyı merâk etmeye
ve eski yakın çevresinde neler olduğunu merâk etmeye başlamıştı. Bunun içinde
Çınarcık’a gidip, önce bir berberde saçlarına ve sakallarına şekil verdirmeye,
sonra da hamamda iyice temizlenmeye karar verdi. Ondan sonra bir internet
kafeye gider, doya doya neler yaşanmış, ardından neler söylenmiş bakabilirdi.
Berberden girdiğinde saçı sakalı birbirine karışmış biri
olarak dikkât çekmişti. Saçlarını üç numara yapmasını, sakallarının yanlarını
kısaltıp, çenesini ise sivriltmesini istemişti. Traş bittiğinde kapıdan hırpânî
kılıkla giren adam, karizmatik biri olarak çıkmıştı. Sonra hamama yönelmiş,
hamamın sattığı sabun ve şampuanı da aldıktan sonra bir güzel temizlenmişti.
Artık insanların içinde rahat rahat gezmeye hazırdı.
Aynaya baktığında bir yıl evvelki hâliyle en küçük benzerliği yoktu. Sakalsız,
biraz uzun saçları olan, hafif göbekli adam gitmiş, sivri sakallı, asker
traşlı, kaslı bir görünümü olan biri gelmişti. Bu şekilde internet kafeye girdi
ve açılan bilgisayarlardan birine oturdu.
Arama motoruna adını soyadını yazdığında sayısız sayfa
çıktığını gördü ve hepsini tek tek okumaya, incelemeye başladı. Üç dört sa’ât
bu şekilde oyalandı. En sonunda ise avukat arkadaşı Fâtih ile eski karısı Ayşe’nin
yakında evleneceğine dâir gazete haberini gördü. Gazete haberi, fotoğraf ve
çiftin sözleriyle, eski arkadaşlarının sözlerini görünce, yine aynı sözcük
diline yerleşti… “Gösteriş”… Ardından
4/142… Kafedelerin dikkâtini üzerine çektiğini önemsemeden, yüksek sesle söz
konusu âyeti okumuştu. “Şüphesiz
münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki Allah onların oyunlarını
başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar,
insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler.”
Cümlesi biter bitmez yerinden fırlamış ve kafenin
sâhibine, onu mutlu edecek bir banknot bırakmıştı. Elbette Kerim, ne içinde
bulunduğu durumun, ne de verdiği paranın
farkındaydı. O sırada iskeleden Bostancı’ya kalkan ilk feribotun sa’âtini
öğrendi… “Geliyorum” diyordu.
*
* *
Bostancı’da feribottan inene kadar nerede kalacağını ve
gördüğü nikâh târihine kadar nasıl zaman geçireceğini düşünmüştü. “Ah, ulan” diyordu, “evden de olduk”. Şimdiye kadar zerre pişmanlık ya da herhangi
benzeri bir duygu taşımayan Kerim, bir ân kazandıklarını kaybettiğini düşünmeye
başlamıştı.
Bu düşünceyi savmak için kafasında oluşturduğu “Ben kazandım. Hepsinden daha zekiyim”
cümlesi tamamlanır, tamamlanmaz, kafasına doğru olanca şiddetiyle bir yumruk
atmış ve “Hâyır, gösteriş günâhtır”
demiş, bütün feribotun dikkâtini çekmişti.
Karârını vermişti. Birkaç gün sonraki nikâha kadar
kendisinden kimlik falan istemeyecek bir otel, pansiyon aramaya karar vermişti.
Bostancı’da feribottan indikten sonra Kadıköy’e gelmiş ve Mîsâk-ı Millî Sokağı
ile çevresindeki sokakları gezmişti. Pavyona benzeyen bar ve meyhâneleri
görmüştü. Buralarda kendince hem güzel zaman geçirebileceğini, hem de kendisine
uygun mekân ayarlayabileceklerini düşünmüştü.
Yaklaşık bir yıl sonra güzel bir sofrayı özlemişti. Bir büyük
rakı, mezeler, peynir, salata ve sıcak yemek… Belli ki, bir kişi için değil,
birkaç kişi içindi. Bu arada garsonla kurduğu göz temâsı sonrası masaya birkaç
kadın da gelmişti. Hep berâber yemişler, içmişler, sohbet edip, vakit
geçirmişlerdi. Şimdi ise Kerim, asıl mes’eleye gelecekti. Kütahya’dan
geldiğini, evli olduğunu, kayınbirâderinin ise Kütahya emniyetinde âmir
olduğunu, kardeşinin isteğiyle her şehir dışı işinde otel kayıtlarını
incelediğini söylemişti. Bir yandan çapkınlıktan vazgeçemediğini, bir yandan da
böyle bir sorun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine kadınlardan biri, “Ne kadar kalacaksın burada” deyince, “En fazla bir hafta. İşlerimi bitirince
döneceğim” demişti. Ardından kadınlardan biri, “İyi de, zâten bir hafta boyunca otelde kalacağını karın bilmiyor mu?”
deyince, Kerim rahatsız olmuştu. Zekî insanları ve özellikle zekî kadınları
sevmezdi. “Önceden İstanbul’da yaşayan
bir arkadaş vardı. O bir süredir, yurtdışında ama karım bilmiyor. Onun yanında
kalacağımı sanıyor. Eğer bu sürede bir otel kaydım olursa, biterim” deyince,
“Ulan, götünüzden bu kadar korkuyorsunuz,
neden çapkınlığa kalkıyorsunuz” deyip, kalkıp gitmişti. O arada fazla
konuşmayan kadınlardan biri, önce bir göz işâreti yapmış, diğerleri gidince de“Merâk etme, ben hallederim. Ama benim
çıkmamı beklemen lâzım” demişti. Bu arada ödediği yüklü hesâbın üzerine
bıraktığı kayda değer bahşiş, garsonların da hoşuna gitmişti.
Neşesi yerine gelmişti, Kerim’in… Mekânın kapanmasından
sonra kadınların her biri evine ya da kaldığı yere doğru gitmeye başlamıştı. Bu
arada Kerim’in beklediğini gören kadın, işâret edip, yanına çağırmış ve bir
süre yürümüşlerdi. Yeldeğirmeni’ne çıkan sokaklardan birinde bir otele girmişler
ve otelin sâhibi gibi duran, resepsiyondaki kişiye kadın, bir şeyler
anlatmıştı. Bu gece berâber olacaklarını, ama sonrasında bir hafta kalacağını
söylemişti. Odayı da, polislerin otel kayıtlarını incelemesi ihtimâline karşı,
kadının ismiyle tutacaktı. Odaya çıktıktan sonra Kerim’e adını sormuş, o da
Kerim olduğunu söyleyince, “sakın Fenâsi
diye espri yapmaya kalkma” demişti. Kerim, bu espriyi bilse de, Kerim adını
taşıyan birçok erkeğin paralı ilişkiye girdiklerinde bu saçmalığı espri diye söylediğini
bilmiyordu. Bu arada Kerim de, kadına adını sormuş ve Gülgüzel demişti. Kerim,
Gülgüzel adını ilk defâ duymuştu. Sorduğunda ise “Annem, gülleri çok severmiş. Benim de gül gibi güzel olmamı istermiş. Bu
yüzden ben doğunca babama, adı Gülgüzel olsun demiş. Babam da sesini
çıkarmamış, olsun ya, gülün yüzü güzel, bahtı çirkindir, demiş. Ne bilsin
babacığım, eren midir, nedir, bilmiş kızının bahtını…”
Birkaç sa’âtlik sevişmenin ardından ikisi de uyumuştu. Sabah
olunca Gülgüzel, para vermeye yönelmesin diye açıktan onu beğendiğini,
hoşlandığını, bu yüzden bunu yaptığını söylemişti. “Para vermeye kalkıp, beni kırma” demesiyle berâber Kerim, Gülgüzel’in
alnına bir öpücük kondurmuştu. Gülgüzel ise bunu aşka yorup uyarınca, “Ben aşkı bilmem ama senin gibi gösterişten
uzak olanları severim” demişti. Gülgüzel’in yanındaki bu adamın bir
psikopat olduğunu bilmesi, elbette imkânsızdı.
Bu arada Fâtih ile Ayşe, nikâhlarının sâde olmasını
isterken, bunu basına bildiren ve duyulmasını sağlayan komiser olmuştu. Kerim’in
mutlâka geleceğini düşünüyordu. Ona göre bu kadar uzun zaman saklanabilmesi,
kendisine dâir yapılan haberlerden dolayı olmuştu. Haberleri tâkib ettiğini ve
ona göre gizlendiğini düşünüyordu. Tabiî, televizyonları devreye sokma
düşüncesinin kendisinden çıktığını çoktan unutmuştu.
Ayşe korkuyordu, Fâtih de Ayşe kadar olmasa da
endişeliydi. Basına bildirmenin doğru olup olmadığını düşünüyordu. Gerçi Kerim’in
bir gün öğreneceğini tahmîn ettiğinden, kendileri için bunun daha güvenli
olduğu düşüncesini, benimsemeye çalışsa da, içinde bulunduğu endişe bunu
engelliyordu. Komiser haklıydı. Bu konuda Fâtih ile Ayşe’yi iknâ etmeye çalışan
herkes haklıydı. Elbette Kerim, bir gün öğrenecekti. Öğrenip, bir ânda
karşılarına çıkıp saldıracağına, polislerin koruması altında olan bir yerde
olmak daha güvenliydi.
İşte, nikâh günü gelmişti. Nikâh, Kadıköy Evlendirme
Dâiresi Zübeyde Hanım Salonu’nda kıyılacaktı. Sa’âti de hatırlıyordu, Kerim… Sa’âti
de hatırlıyordu: 14:42. Bunun üzerine düşünmemişti ama sa’ât yaklaştıkça,
anlamaya başladı. 14’ün rakamlarını yer değiştirince 4/142 oluyordu. Bu apaçık
bir meydân okumaydı ve komiser planlamıştı.
Öfkeli bir şekilde Hasanpaşa’da Nâbizâde Sokak ile
minibüs yolunun kesiştiği yerdeki binâya girdi. Girmeden evvel nikâh salonunu
en iyi gören dâireyi belirlemişti. Doğruca oraya yöneldi ve kapının açılmasıyla
berâber silâh zoruyla içeri girdi. Bütün bir hafta boyunca çantasında, dikkat
çekmeden saklamayı başarmıştı. Ev halkı, silâhı görünce sessizce kenara çekilmişti.
Kerim ise onlara hiçbir zarar vermeyeceğini, sâdece birkaç sa’ât zaman
geçireceklerini söylemişti. Bulduğu çamaşır ipleriyle de âileyi bağlamış,
ağızlarını da kapatarak ses çıkarmalarını engellemişti. Bu arada telefonlarını
da toplamıştı. Nikâh salonunun giriş kapısını izlemeye başladıktan sonra
gelmelerini bekledi.
Bu arada birkaç gün evvel aldığı bir dürbünle de
arabaların içindekileri görmeye çalışıyordu. Sa’ât 14:15 olduğunda tamâmen
siyâh camlarla kaplı bir arabanın yaklaştığını gördü. Arkasında ise sâdece bir
polis arabası vardı. Büyük ihtimâlle bu diyerek, camı açtığında dürbünüyle de
arabadakileri görmeye çalışmıştı. Siyâh camdan bir şey görünmüyordu. O sırada
ön koltukta oturan Alper’in camı açıp, çocuklara zarf dağıttığını gördü. Karar vermişti,
buydu ve arka koltuğu hedef aldı… Artık kime gelirse…
Silâh sesinin duyulmasıyla, arabanın arka camının tuzla
buz olması bir olmuştu. Ancak Kerim’in düşündüğü olmamış, kimse vurulmamıştı. Çünkü
arka koltuk boştu. Fâtih ile Ayşe, polis arabasıyla berâber daha önce salona
getirilmişti. Ayşe, salonda silâh sesini duyunca, “İşte, geldi” deyip, ağlamaya başlamıştı.
Bununla berâber kimse, Kerim’in bu şekilde saldıracağını
bilmiyordu. Elbette Alper’in hatâsı büyüktü. Oysa, komiser ona, “yolumuzun üzerine pusu atabilir, ne olursa
olsun, sakın camları açma” demişti. Tabiî, kimsenin aklına “neden bir zırhlı araç vermediniz” diye
sormak gelmemişti.
Polis ekipleri, bir ânda binâya yönelmiş, çevresini
sarmışlardı. Destek istenmesinin ardından özel harekât polisleri de gelmişti. Ortada
bir rehine krizi vardı ve eğer buradan gitmesine izin verilmezse, rehineleri öldüreceğini
söylüyordu. Telefonla konuştuğu komisere ise “Siz bir aptalsınız. Beni bir yıl boyunca bulamadınız bile… Sizin
gücünüz bana yetmez” demişti. Oysa feribottan sonra ikinci defâ kendisiyle
böbürlenmesine inanamıyor ve kendisine birbiri ardınca vuruyordu. “Gösteriş, günâh; gösteriş, günâh” deyip
duruyordu. Evdekilerinden genç kız olanı onun durumunu anlamıştı. Sürekli onu gurûrlandırıcı
sözler söylüyordu. Âilesi ile Kerim şaşırmıştı bile. Bu arada evin çevresinde
kuş uçurulmuyor, uygun noktalara keskin nişancılar yerleştiriliyor ve özel
harekât polisleri, operasyona hazırlanıyordu. Bu arada Kerim, hâlâ âileyi
öldürmekle tehdîd ediyordu. Oysa onları öldürmesi imkânsızdı. Çünkü gururlanmak,
gösteriş yapmak bir yana, sâdece Kerim’i övücü sözler söylüyorlardı.
Özel harekât polisleri, tam binâya girmek üzereydi ki,
evden bir el silâh sesi geldi. Polisler hemen eve girdiler. Karşılarında elindeki
pompalı tüfekle kafasını dağıtmış bir şekilde yerde yatan bir adam vardı. Kerim…
Genç kızın onun adâleti sağlamak üzere, Tanrı tarafından görevlendirilmiş
olduğuna dâir sözlere inanmış ve “Evet, beni adâleti sağlamak üzere Tanrı
gönderdi. O yüzden beni yakalayamıyorlar. Çünkü ben seçilmişim” dedikten hemen
sonra kafasına sıkmıştı.
Her şey bitmişti, komiser ve İstanbul emniyetinin bütün
müdürleri, âmirleri gelmişti. Bir yıldır peşinde koşturan kâtil, işte
karşılarında yatıyordu. Her cinâyette 4/142 notunu bulan polis, Kerim’in
üzerinde de aynı notu arıyordu. Bu düşünceyle kazağını sıyırmıştı. İşte, çıplak
göğsüne kazınmış şekilde karşısında duruyordu. Belli ki, yeniydi ve hâlâ kan
sızıyordu. Bütün göğsünün kaplayan, koskoca bir yazı… 4/142…
SON
Kutlu Altay Kocaova
16.08.2017
Metnin tamâmını okumak isteyenler için;
Gösteriş Günâhtır
Gösteriş Günâhtır